LADİKLİ HACI AHMED HÜDAİ (K.S.)
HAZRETLERİ’NİN HAYATI
Erenler ve evliyalar sarayının sultanlarından Ladikli Ahmet Hüdai Hazretleri , ÜMMİ(okuma yazması olmayan ) velakin ;manevi ilim, irfan ve hikmet ehli, vera sahibi. Aşk ve muhabbet deryasında kaynayan, ÜVEYSİ Velisi eşsiz kerametlerin sahibi, Rical-i Gayb erlerinden (işlerine akıl, sır ermeyen ), Allah dostlarından biri.
BİR ÜSTADDAN OKUMADIM, YOL NEDİR ERKAN NEDİR,
İLM-İ ZAHİR OKUMADIM, KALPTEKİ BÜRHAN NEDİR,
EY BENİ YARADAN HÜDAM, CÜMLE BİLGİSİ SENDEDİR,
DERTLİLER GELDİ KAPUNA, HEM DERMANI SENDEDİR!
Konya’nın Sarayönü kazasına bağlı, Ladik Kasabası’nda doğmuş, burada büyümüş, burada yetişmiştir. Aslen BUHARA kökenli, Yusuflar sülalesinden Molla Mustafa’nın torunudur. Babasını adı Mehmet, annesini adı ise Emine olup, (doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir) ancak Dünyaya teşrifleri 1304 (1888) olarak kayıtlara geçmiştir. Bir kız üç erkek olmak üzere dört kardeşlerdir.
Ahmet Hüdai Hazretleri, Hızır Aleyhisselam’la birinci cihan harbinde, sina cephesinde tanıştı…
Bir ağabeyi ve küçük kardeşi ile birlikte üç kardeş cepheye gittiler. Ağabeyi Mustafa Medrese talebesi idi, küçük kardeşi Hasan çiftçiydi. Kendisi de çok küçük yaşlardan beri çobanlık yapıyordu. Kendi tabiri ile Çoban Ahmet. Babası üç evladını da ‘’ Vatan için, din için, iman için, mukaddesat için, ALLAH RIZASI için, ya şehit olun yada gazi olun ‘’ duaları, niyaz ve tembihatlarıyla kucaklayarak cepheye göndermiştir. Anaları Emine Hanım üç yiğidini de cepheye gönderirken: on iki yıldır medrese tahsili gören oğlu hafız Mustafa’ya:
-Medresenin gülü koç Mustafa’m uğurlar ola ‘’
Çiftçilik yapan uzun Hasan’a
-Alemlerden yüksek giden Hasanım uğurlar ola’’
Çoban Ahmedine:
Koyunların kuzuların Çalıbağda meleşir, köpeklerin dağ başında inleşir. Yiğit Ahmedim uğurlar ola…..!’’
Üç evladını da cepheye gönderen Mehmet Efendi’yi (büyü dede, Nenemin kayın peder, aynı zamanda dayısı) ninem anlatıyor:
-Üç evladını da cepheye gönderen dayım, memleketimizin içine bulunduğu duruma o kadar çok üzülüyordu ki sürekli ağlayarak gözyaşı döküyor ve: ‘’Allah’ım yurdumuzu düşman çizmesine çiğnetme! Allah’ım memleketimizi kafirin eline bırakma! Allah’ım ordularımızı muzaffer eyle! ‘’ diye dua ediyordu. Nitekim sürekli ağlayarak dua etti ve belli bir müddet sonra da gözlerini kaybetti. Ancak iki gözü birden kör olmasına rağmen gözyaşı dökerek dua etmeye devam etti.
Ladikli Ahmet Hüdai Hazretleri önce Balkan harbine girmiş, {Çatalca ( 17-18 Kasım 1912) İşkodra ( 28 Ekim 1912-23 Nisan 1913) savaşlarına katılmış. } arkasından birinci cihan harbi patlak vermiş ve ona katılmış, daha sonrada milli mücadele yılları başlamış ona iştirak etmiş. (Hiç savaştan kaçmamış asker kaçağı durumuna düşmemiştir.)
Ahmet Hüdai Hazretleri’nin içerisinde yer aldığı seferi kuvvetler 4 Şubat 1914’ te harekete geçer.
Dördüncü ordu komutanı Cemal Paşa komutasındaki seferi kuvvetler (yaklaşık on dört bin civarında), çok basit taarruz silahlarına sahiplerdir. Buna karşılık İngilizlerin kanal boyuna döşenmiş bir demiryolu üzerindeki zırhlı trenler, büyük ve küçük çaplı top ve mitralyözlerle donatılmıştır. Yüz elli bin kişilik ordunu otuz beş bini sadece kanalı müdafaaya ayrılmıştır. Her şeyden daha önemlisi, İngilizlerin muharebe sistemleri mükemmeldir.
Mısır tarafındaki yakada İngilizler, yukarıda zikredilen, o devrin en modern silahlılarıyla donatılmış pusuda bekliyorlardı. Mısır’ ı İngilizler’ den temizlemeye giden seferi kuvvetler, o kızgın çölleri(40-50 derece) on günde geçtiler ve kanalın beri yakasına gecenin karanlığında ulaştılar. Ama ne acı ki gecenin tam ortasında: adeta karanlığı yırtan, karanlığı yırtan bir ses, geceyi gündüze çeviren bir ışık huzmesi ve pusuya düşürülen seferi kuvvetler…
Kanal harekatında sağ omzundan, sağ kürek kemiği üzerinden hilal şeklinde ağır yaralanan Ahmet Hüdai Hazretleri o günleri şöyle anlatır: ‘’ Şimdiki Yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında, İngilizlerle harp ederken mensup olduğum birlik İngilizlerce pusuya düşürülmüş, birliğimiz makineli tüfeklerle taranıp tamamına yakını şehit edilmiş bir kısmı da yaralanmıştır.
Bende vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlar da peş peşe vurularak üzerime düştüler ve şehadet şerbetini içtiler. Şehit ve yaralı arkadaşlarımın arasında sıcaktan kavrulan kumların üzerinde, bir taraftan susuzluktan yanıyor, bir taraftan da kanayan yaralarım sızlıyordu. Artık Mevlama yönelmiş, şehit olarak O’ na kavuşma anımı bekliyordum. Bulunduğumuz mevki; esas itibari ile birliğimize üç günlük yol bu arada hiçbir canlı yok. Kuş uçmaz, kervan geçmez. Ben böyle çaresiz ve baygın bir vaziyette yatarken, sabaha karşı üzerime yağmur çiselemişi bu yağmurun serinliği ile kendime gelmiştim.’’ Hüdai Hazretleri o anı şöyle dile getiriyor:
NELERDEN KURTARIR MEVLA İNSANI
Hem susuz hem püryan giderken çöle,
Düşmüşüm kalmışım hayırlı ele,
Kalbim Mevla ile olursa bile,
Nice ol çöllerde kalır Hüdai.
Düşmüşüm çöllere pek yakın Tur’a,
Ciğer püryan oldu sızlıyor yara.
Ol Mevla’mın nuru düşmüştür bura,
Mevla’sı hiç darda kor mu Hüdai.
Kapında bekleyen ol aciz benim,
Kullara çok lutf-u ihsanın senin,
Hakikatten gelir ilhamım benim,
Mevla’dan ayrılmaz asla Hüdai.
Kanalı geçmeye kurdular düzen,
Orada duymuşum semada ezan,
Ol beni kurtaran dünyada gezen,
Mevladan ayrılmaz asla Hüdai.
Bir nazar eyledim Tih ile Tur’ a,
Ömründe kuş dahi uçmamış bura,
Hakk’a yaklaştırdı seni bu yara,
Yansa da ayrılmaz Hak’tan Hüdai.
Kumları boyanmış şehitler kanı,
Veren zlır imiş bu tatlı canı,
Nelerden kurtarır Mevla insanı,
Nice o çöllerde kalmaz Hüdai.
Kime bilmez bu Ahmet’in aşkını,
Verseler istemem cihan köşkünü,
Maşuk’u ararım burdan geçti mi?
Mevlasına yakın oldu Hüdai.
Sıcak kumlar üzerinde, al kanlar içerisinde şehit olmayı bekler iken, nihayetsiz kerem sahibinin Kudret ve Vefa eli bize erişti…
Beyaz bir at üzerinde nurani yüzlü bir zat bana doğru yaklaştı ve bana gayet yumuşak ve müşfik bir sesle:
-Esselamünaleyküm… Ahmet yaralandın mı? Kalk bakalım yanıma gel, dedi.
Bana doğrudan ismimle hitap ederek selam vermesi karşısında çok rahatlamıştım. Başımı kaldırdım:
-Vealeykümselam, yaralıyım, mecalim yok, kalkamıyorum dedim.
Atından inip yanıma geldi, beni sıkıştıran şehit arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Vücudum al kanlar içerisinde susuzluktan yanıyordum.
-Ahmet, sana su vereyim mi?
Deyip atının terkisinden aldığı su dolu matarayı bana uzattı. Susuzluktan yanan bağrıma, o vefa elini verdiği; hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu içtim… Kana kana…
Mübarek Zat; Ellerini sızlayan yaralarım üzerimde gezdirirken, ağrı ve sızılarım duruyor taze hayat buluyordum işte o su beni başka bir aleme götürdü.
Bana ne oldu ise: Rahman’ın Vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu…
Hızır Aleyhisselamın dilinden ,Hüdai Hazretleri:
Ne garip bakarsın Tih ile Tur’a
Ömrümde kuş bile uçmadı bura
Seni Hakk’a yaklaştırdı bu yara
Ölse de ayrılmaz haktan Hüdai
Sonra beni kaldırıp atını terkisini aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargaha götürdü. Bu yolu nasıl, ne zaman geldiğimiz bilemedim. Karargahın yakınına atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman beni getiren bu Zat’a:
-Efendim sizi bir daha görebilecek miyim?
Dedim. Mübarek Zat bana :
-Ahmet: Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok, öyle yaşamazsan, bu son görüşmemiz olur, dedi ve ilave etti;
-Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürüp, dersin. Hadiseyi nöbetçi subayına anlat benimde selamımı söyle !
Dedi ve kayboldu. Askerler bir sedye ile gelip beni aldılar. Beni götürürken parola soruyorlardı: Fakat ben cevap veremiyordum. Birliğimi söyledim ama inanmadılar:
-O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtulduysan, senin söylediğin birlik buraya üç günlük yol. Nasıl geldin? Dediler. Bende:
-Siz beni nöbetçi subayına götürün, dedim.
Askerler beni nöbetçi subayına götürdüler.
Nöbetçi subayı, ehli hal, aşık bir kimseymiş. Ben nöbetçi subayına ;Birliğimizin başına gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni kurtaran Zat’ın gelişini ve durumunu anlatırken subay heyecanlanıyordu, kendisine;
-Beni kurtaran Zat’ın size selamı var!
Deyince ,nöbetçi subayı bana hürmet etmeye başladı ve:
-Nasıl oldu , bir daha anlat!
Diyerek üç kere tekrar ettirdi. Her tekrar edişimde ayrı bir heyecan duyuyordu. Hemen beni Kudüs’te bir hastaneye (Hilal-i Ahmer) kaldırdılar, tedavi alıp yaralarımı sardılar. Yaramı saran doktor işin farkına varmış olacak ki, beni bu günlük yolu bu yaralı halimle nasıl geldiğime şüphe ile bakanlara:
-Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şu hastanın kokusuna bakın. Hastaneyi misk-i amber kokusu sardı, diyordu.
Ben hastanede bulunduğum müddet içerisinde, Hocamla (Hızır AS) bir iki defa görüştük. Hocam bana:
-Ahmet, terhis olup memleketine gittiğinde,ben yine gelip seni bulacağım,merak etme!
Dedi, gitti.
Ahmet Hüdai Hazretlerini yarası ağır. Tabipler sürekli başındalar. Tedavi için çalışıyorlar. Hasta yatağında mecalsiz bir şekilde yatarken , cephedeki arkaşlarını(yarenlerini) düşünüyor ve hemen o haliyle cepheye gitmek istiyordu. Hüdai Hazretleri:
BENİ BURDA FAZLA TUTMAN TABİBLER,
HEMEN BİR HİZMETE DAHA KOŞAYIM!
BİZDEN GAYRET BEKLER ULU HABİBLER
HEMEN BİR HİZMETE KOŞAYIM,
HEMEN BİR CEPHEYE DAHA KOŞAYIM,
AKSA MESCİDİNDE EZAN OKUNUR
ARAP MÜEZZİNİN SESİ DOKUNUR
KAHBE DÜŞMAN BURA NASIL SOKULUR
HEMEN BİR HİZMETE DAHA KOŞAYIM
HEMEN BİR CEPHEYE DAHA KOŞAYIM
CEPHEDE YARENLER BEKLERLER BENİ
HİZMET İÇİN VERDİ ALLAH BU TENİ
DUAMDA UNUTMAM BİLESİN SENİ
Dedi ve taburcu olup Çanakkale Savaşına katıldı.
KANAL HAREKATI
Birinci Dünya harbi sırasında ,bahriye nazırı ve dördüncü ordu komutanı Cemal Paşa’nın idare ettiği ,Mısır’ı işgal eden İngilizlere karşı düzenlenen harekat.
İttihad ve Terakki’nin fiilen iktidara gelmesinden sonra üç paşalarr diye bilinen Talat, Enver ve Cemal paşaların bazı kaprisleri, gerçek ve tercübeleri bir tarafa bırakarak hayallere kaoılmaları sebebiyle Osmanlı Devleti; Rusya, İngiltere, Fransa, Sırbistan, Romanya, Belçika, Yunanistan, Portekiz ve Karadağ devletlerinden meydana gelen İtilaf devletlerine karşı; Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’dan meydana gelen İttifak devletleri yanında harbe girdi. Osmanlı Devleti’nin fiilen harbe girmesi ve seferberliğin ilan edilmesi üzerine, bahriye nazırı Cemal Paşa, harbiye nazırlığı uhdesinde kalmak üzere, dördüncü ordu kumandanlığı ile Filistin-Arabistan umumi valiliğine tayin edildi. 21 Kasım 1914 Cumartesi günü İstanbul’dan ayrıldı. Haydar Paşa İstasyonunda düzenlenen bir törenle uğurlanan Cemal Paşa, tören sırasında; ’’Vazifemin yüksekliğini takdir ediyorum. Bu vazifeyi ifa ederken ne büyük müşkillerle karşılaşacağımı da biliyorum. Muvaffak olabilmek için hiçbir fedakarlıktan çekinmeyeceğim. Eğer muvaffak olmazsam, kanalın sularını kendimin ve kahraman arkadaşlarımın cesetleriyle dolduracağm. Hiç şüphesiz ki arkada kalanlar bizim cesetlerimizin üzerinden geçerek Mısır topraklarına girecekler ve İslam ülkesini İngilizlerin istilasından kurtaracaklardır’’ şeklinde bir konuşma yaptı.
Şam’a ulaşınca Damascus Palas’da karargahını kuran ve Mısır fatihi olmak hülyasına kapılan Cemal Paşa, krallar gibi zevk ve sefalet içinde yaşamaya başladı. Ferik Zeki Paşa’nın plansız ve techizatsız yapılacak bir kanal seferini mahzurlarını anlatmasına rağmen, görünüşte İngilizlerin Mısır’dan çıkarılması gayesiyle, gerçekte ise daha sonra Cemal Paşa’nın kendi hatıratında bildirdiği gibi: Garp cephesinde fazla sıkışan Alman kuvvetlerinin yükünü bir mikdar azaltmak ve İngiliz kuvvetlerini Osamnlı üzerine çekmek için kanal seferine girişti. Almanların Cemal Paşa’ya yaptıkları telkine göre bu sefer çok kolay ve başarılı olacaktı. Süveyş kanalını iki tarafındaki sedler top mermileri ile yıkılır yıkılmaz, kanal tıkanacak, gemiler geçemez olacak, TÜRK askeri Mısır’a ayak basar basmaz da Mısırlılar, İngilizler aleyhine isyan edecekti.
Bu hülyalarla aldatılan Cemal Paşa yanındaki erkan-ı harp reisi Von Frankenberk ve müşaviri Von Kress ve daha bir takım Alman subayları olduğu halde 25.000 kişilik bir orduyla 14 Ocak 1915 de Şam’dan Mısır’a hareket etti. 300 km’lik bir kum çölü olan Tih sahrasını bin bir zahmet, meşakkat ve mahrumiyet içinde geçen Osmanlı ordusu, 3 Şubat 1915’de kanal bölgesine ulaştı. Cemal Paşa İngilizlerin 200.000’e yakın asker, tel örgüler zırhlılar ve zırhlı trenlerden meydana gelen bir tahkimat yaptıklarından habersizdi. Gece yarısından sonra hemen harekete geçen Cemal Paşa’nın kumandasındaki ordu, hücum ve saldırılar karşısında kısa bir müddet içinde pek çok kayıp vererek geri çekildi.
Bu felakette şehid, yaralı ve kayıp yekünü 1410’u buldu. İngiliz zayiatı ise, 25 olü 150 yaralıdan ibaretti. Bazı mevzi hücumlarla harekat ettirdiyse de , fazla zayiat verilerek 15 Şubat’ta geri çekilindi. Bu felaket Mısır fethinden vazgeçen harbiye nazırı Enver Paşa ve bahriye nazırı Cemal Paşa, dördüncü ordu emrindeki 8,10 ve 25. Fırkaları(tümen) Çanakkale’ye sevk ettiler. Böylece 1. Kanal seferi feci bir başarısızlık, acı ve pek çok kayıpla sona erdi.
1916 senesi 26 Temmuz’unda 4. ordu emrindeki Alman subayı Von Kress, 10.000 kişilik bir kuvvetle ikinci kanal seferine teşebbüs ettiyse de bu da birinci sefer gibi şiddetle mukabele gördü. Osmanlı ordusu El-Ariş’e çekilmek zorunda kaldı.
Sırf Almanya’nın garp cephesindeki yükünü hafifletmek ve Cemal Paşa’nın Mısır fatihliği hülyasına hizmet için girişilen bu çılgınca teşebbüsle Osmanlı ordusu perişan oldu ve Mısır elden çıktı. Mısır ile birlikte İngilizlerin uyguladığı sinsi siyaset neticesinde Hicaz da kaybedildi.
2. kanal seferinden sonra, El-Ariş’e çekilen Osmanlı kuvvetleri, İngilizlerin Filistin ve Suriye üzerine olan hücumlarıyla karşılaştılar. İngilizler 15 Kasım 1917’de Remle’yi 17 Kasım da Yafa’yı 9 Aralık’ta Kudüs’ü işgal ettiler.16 Aralık 1917’de El-Ariş tahliye edildi. Birbirini takip eden ve on binlerce Müslüman-Türk evladını Alman kumandanı Von Kress’in; ‘’Bu malzeme ve bu askerle böyle şey olmaz. Bunu biliyorum ama Türklerin muahedeye bağlanmaları için İngilizlerle aralarında kan dökülmesi lazım. Bu harekatın yapılmasında bunun ısrar ettim. Götürdüğümüz 20.000 kişinin dökülmesi icap eden kanı vermeye kafi geleceği ümidindeyim’’ diyerek ifade ettiği gibi on binlerce vatan evladı bir hiç uğruna aç ve sefil surette feda edildi. ‘’Dimyat’a pirince gideyim derken evdeki bulgurdan olmak’’ atasözüyle ifade edilen kanal harekatını sona ermesi, pek çok vatan toprağını İngilizler ve müttefiklerince işgal edilerek Osmanlı Devleti’nden ayrılmasına sebep oldu.
ÇANAKKALE SAVAŞI,KAŞIKCI DEDE VE
LADİKLİ AHMET HÜDAİ
Çanakkale’de başta Efendimiz(S.A.V) olmak üzere büyük zatraların manevi tasarruf ve yardımları olmuştur. Kaşıkçı Dede de esrarlı zatlardan biridir.
Kilitbahirli Kaşıkçı Dede’nin himmetine şahit olan sonraki yılların büyük velisi Konya Ladik’ten Ahmet Hüdai Hazretleri hadiseyi şu şekilde anlatıyor:
‘’15 Temmuz 1915 sıcak bir yaz günü. Bir taraftan düşmanın ateşi, öte yandan güneşin harı kavurur yarım adayı. Mehmetçiğin en büyük ihtiyacı su olur o günler. Cepheye yeni sevk edilen bir bölük asker, Bigalı köyüne doğru yola çıkarılır. Askerlerimize susuzluğun harareti tam çökmek üzeredir ki yolun sol tarafında çeşme başında sakallı bir dede seslenir onlara:
-Gelin evlatların soğuk su vereyim, gelin doldurun mataranızı.
Koşarlar o tarafa doğru. Geri kalıp susuz kalmamak için gizli bir yarış başlar içlerinde. Birde bakarlar ki çeşme akmıyor.(Bu çeşme halen mevcut olup kışın aktığı halde haziran gelince su kesilir.) Dedenin elinde bir toprak testi vardır; O da taş çatlasa 10-15 litre su alır. Hiç 300-400 kişiye ufacık testinin suyu yeter mi?
Kaşıkçı Dede:
-Acele etmeyin yavrularım, için kana kana, doldurun mataralarınızı’’ der.
Ladikli Ahmet Hüdai hiç acele etmez ve hep en sonu bekler. Anlaşılan haberdardır bazı şeylerden. Nihayet herkes matarasını doldurur: Ama teşdide su hala bitmez! O da uzatır matarasını içer kana kana suyunu. Hala torak teşdide su vardır Ahmedcik dayanamaz sorar:
-Dede senin adın ne? Diye
-Kaşıkçı Dede derler evladım bana. Kilitbahir köyünde otururum. Evladım cephede yaralanırsan matarandaki bu sudan döküver yarana. Biiznillah şifa bulursun, der.
Ahmed, bu sözü unutmaz ve matarasındaki suyu da bitirmez saklar. Bir müddet sonra arkadaşları ile beraber yaralanır ve aklına su gelir. Döker kendi ve arkadaşlarının yaralarına. Şifa bulurlar. Çok geçmez bir daha yaralanır; Ama bu defaki hem daha ağır hem de su bitmiştir. Eceabat’taki vapur hastanesine getirilir.
Biraz iyileşince hava değişimine gönderilmek istenir. O cepheye gitmek ister. Soğanlıdere’deki asker ağabeyini ziyaret etmek üzere bir günlük izin alır. Ağabeyinin şehit olduğunu öğrenir. İçinde fırtınalar kopar ve o duygularla dönerken Kilitbahir köyüne uğrar. Kaşıkçı Dede’yi sorar birkaç kişiye. ‘’Burada öyle biri yok derler’’ Yaşlı bir başkası ise;’’ Yüzlerce yıl önce yaşamış bir evliyanın kabri var. Biz ona Kaşıkçı Dede deriz’’ der. O mübarek Allah dostunu kabrini gösterirler hep beraber dua ederler bu arda Ladikli Ahmet meseleyi gönlünce çözer. Artık testiyi de anlar suyu da:
‘’ DEDE; SENİ DE TESTİYİ DE SUYU DA ANLADIM.’’
Ahmet Hüdai Hazretleri Çanakkale savaşından sonra terhis olur memleketine döner. Ancak çok geçmeden İstiklal Savaşı’na (Kurtuluş Savaşı) katılmak üzere yeniden askere çağrılır.
İstiklal savaşında en büyük mücadeleyi vermiş, milletin ve memleketin selamete kavuşmasından sonra Ladik’e dönmüştür.
Ahmet Hüdai hazretleri işte diyordu:
‘’İşte Hocamın bana çölde yaralı iken gelip kurtardığı sırada verip içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi, günden güne benim sinem yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, derdimi kimseye anlatamıyordum:
DAĞLARAIN MECNUNU OLDU BU AHMED
Kurumuşlar mizanı sırat yoluna
Hüdam yardım eyle sen bu kuluna
Yapışsın melekler benim salıma
Dağların mecnunu oldu bu Ahmed
Sağıma soluma durmaz seyreder
Mevtin acısından ol viran eder
Hak’tan başka yol nereye gider
Sabah namazında seyret cihanı
Ol zaman doğacak nurun nişanı
Kapundan reddetme bu perişanı
Dağların mecnun oldu bu Ahmed
Tenim türap olsa yine der Allah
İmkan ı var mıdır dünyada kalmak
Pekmi kolay olur hakikat bulmak
Hidayetten gelir bu kalbe sözler
Sorguya varınca bu kara yüzler
Daim rahmetini ekleriz bizler
Ol bahar karıştı bir gün türaba
Ne mamurlar bir gün döner haraba
Kim müstehak olur aşka şaraba
Giderken sahraya eserdi yeller
Türaba karıştı bu tatlı diler
Hakikat bağında gönüller
Senin reyhanını getirir yeller
Nurundan açılır bahçede güller
Dağlara gider iken ol mecnun derler
Açmış menekşeler çiçekler kokar
Ol Mevla’nın aşkı derunu yakar
Yeryüzünde gökler sahraya çıkar
Yine bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmez bir halde iken, Aşk’ın galebesi ile dağlara çıkıp gittim.
Bir kış günü idi, her taraf kar kaplı. Bir baktım ki, on bir tane kurt arkama düştüler. Durumlarından aç oldukları belli belli idi. Korkup olduğum yerde durdum, onlar da durdular.
-Y Rab! Sen muhafaza eyle!
Diyerek, Rabb’ime niyazda bulundum. Hayvanlar ağızlarını kaldırarak hep birden öyle bir uludular ki; Eza tüylerim ayağa kalktı. Tam o sırada, semadan kurtların üzerine beyaz, koyun kuyruğu şeklinde bir şey indi. Hemen kapışıp yediler ve dağıldılar.
Sonra merak edip acaba bir parça kalmış mı diye bakarken (Sağ elinin serçe parmağının uçunu başparmağı ile göstererek) ufacık bir parça buldum. Hakikatte koyun kuyruğu şeklinde beyaz ve yumuşak bir şeydi. Bu parçayı aldım yedim. Günlerce açlık hissetmedim!
İşte böyle günler aylar geçiyor. Hep gözlerim yolları gözlüyor. O’nu bekliyorum çünkü’’ Geleceğim ‘’ demişti.
Gönlümdeki yangın ateşi artıkça artıyor, lisanım gönlümdeki feryadı dışarıya döküyordu:
BEKLER BU AHMED
Böyle mi tembih etti evradı veren,
Hak’tan ayrılırmı Hakikat gören,
Aşkın dolusunu eliyle veren,
Çıkıp yollarına bekler bu AHMED.
Bilmem ki gücendin gelmedin bana,
Bu aşkın yangını başlıca sana,
Meşgul mü oldun daldın cihana,
Çıkıp yollarına bekler AHMED.
Çıkıp yükseklerde o seni gözler,
Hidayet bekleriz her zaman bizler,
Dergaha varırsa bu kara yüzler,
Çıkıp yollarına bekler bu AHMED
Beklerim yollarını hala gelmedin,
Bu dargınlık neden oldu bilmedim,
Tebessümden başka ben hiç gülmedim,
Bilirim ki ölüp türap olmadın,
Cihanı gezdirdin ücret almadın,
Şimdiye kadar sen hiç geç kalmadın,
Çıkıp yollarını bekler bu AHMED.
Yoksa çağırırım derya İlyas’a,
Yoksa çıkar gelir Asa-i Musa,
Feryadımı duyar Muhammed, İsa,
Çıkıp yollarına bekler bu AHMED .
Bir kez ah eylesem bulurum seni,
Mevla’m yarattı bu sevgili teni,
Türaba girsem de unutmam seni,
Her zaman seher de eyledim feryat
Bu zaif halime sen de gel bir bak,
Kocamış ağaçta sararmış yaprak,
Dinlerim seherde kumlular öter
Yolunu beklerim hasretlik yeter,
Bu dargınlık ölümden beter,
Yolunu beklerim ayrılmaz gözler,
Mevla’ya iltica eyledik bizler,
Hoşluk selamatle gelseniz sizler
Şimdi bahar olur çiçekler açar
Türlü reyhanını etrafa saçar,
Her hal hata ettik o bizden kaçar,
Çıkıp yollarını bekler bu AHMED,
Bir selam yolladım Hakk’ın dostuna,
Oturursam ol Mevla’nın postuna,
Bir nazar eyledim seher üstüne,
Mevla izin verse bir zaman gelin,
Bu kulun ahvalin gelmeden bilin,
Buradan geçer inşallah yolun,
Haberini aldım Hint’ten Yemenden,
Türlü avaz gelir çayır çimenden,
Merhaba ey dostum bu hata benden,
Aşığım nuruna görmedim yüzün,
Yüzün görmekliğe alamadım izin,
Senden benden kaçarsın kabahat bizim,
Çıkıp yollarına bekler Bu AHMED.
Kimse bilmez bu Ahmed’in aşkını,
Maşuk’u ararım buradan geçti mi?
Tam on iki sene geçmişti ardından. Nihayet bir gün Elhamdülillah, hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.
İşte o günden sonra, hemen hemen her gün uğrar, lüzum eden ders ve malumatı verirdi. Artık zaman geldi beni alıp, kendisiyle beraber manevi toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği zaman, manevi yollarla haberleşir, emredilen yerlere saatinden önce varırdım. Daima böyle saatin den önce vardığım içinde üstadım beni çok sever memnun olurdu. Yüzüme baktığı zaman da yüzüm kızarır, utanırdım.’’
Evet, Allah Dostu, büyük veli böyle idi. Vazifeye sade ruhen değil, bedenen de giderdi. Bu vazife ile ruhuyla-bedeniyle ispat-ı vücut ettiği, görevden eve dönünce anlaşılırdı. Çünkü üzerinde yolculuk emareleri taşırdı.
Nenem anlatmıştı:
‘’1950 yıllar, Ağustos ayı başı kapı çalındı açtım. Dedenin sakalları buz tutmuş sırtında dört parmak kar vardı. Bir taraftan sırtındaki karları çırpıyor, bir taraftan da,
-Yahu bu ne hal, nerden geliyorsun, diyordum.
Çok bitkin ve yorgundu, hafifçe başını kaldırdı:
-Sibirya’dan geliyorum. Hatun çok yorgunum.
Dedi ve başını hafifçe yastığa koydu. Ayaklarına kıvırıp, sedir minderinin üzerine yattı ve iki üç saat hiç kıpırdamadı. Sonra kalkıp :
-Allah hakkımızda hayırlısını versin ,
Deyip odasına gitti. Beş on dakika sonra merak edip odasına gittim, namaz kılıyordu. Bir daha da bir şey sormadım.’’
Hocamı yine bir ziyaretim esnasında, dedemle ilgili sohbet ederken, Kore harbindeki dedemi şöyle anlatmıştı. ’’Hacı babayı ziyareti için arkadaşlarla birlikte Ladiğe gitmiştim, gece orada kalıp odasında misafir oldum yatsı namazını birlikte kıldıktan sonra, Hacı Baba bizden müsaade alıp gitti. Sabah namazına geldi sabah namazını birlikte kıldık. Yorgun görünüyordu ve sorduk :
-Hayr Ola Hacı Baba ?
-Hocam bugün Kore’de idik. Türk askerinin çember içine almışlar, imha edilmek üzere idi. Askerlerimizi kurtarmak içim Mevla’dan izin çıktı. Manevi arkadaşlarımla birlikte Kore’ye yetiştik. Bizim askerlerin önüne düştük. Kafir askerler bizi görüyorlar ancak bizim askerlerimiz bizi göremiyorlar. Kılınçları çektik ve küffar askerlerini kılıçtan geçirip bizim askerlere yol verdik. Sabah radyo haber verirken duyacaksınız dedi.
Sabahleyin bir radyo getirdiler. Radyo haberi Kore’de bulunan Albay Tahsin Yazıcı komutasındaki Türk Birliği çember içerisinde alınmış, ancak Birliğimiz inanılmaz bir kahramanlık örneği ortaya koyarak çemberi yarmış ve kafirleri perişan etmişlerdir.’’
İşte Allah ın manevi ordularının vazifeleri.
KORKMAYIN ARSLANLAR HÜCUM İLERİ
Ol Mekke şehrinden aldık biz emir
Mü’minlerin kalbi nur ile demir
Rabbim kullarına çok versin ömür
Korkmayın arslanlar hücum ileri.
Ehli iman bekler Vatanı Yurdu
Cephede vuruşur askerin merdi
Korkmayın arslanlar hücum ileri
Koreye varınca süngüyü taktık
Hakk’ın Kudretiyle cepheden attık
Kızıl Çin askerin kükreyip çattık
Asker süngü taktı, der Allah.. Allah
Ehli iman korkmaz kavgadan vallah
Kırkların himmeti yardımcı Allah
Korkmayın arslanlar hücum iler.
Kalbimizde durur iman çırası
Harp eder askerin cephede hası
Kör Moskof Kominist zaten de asi
Kör Moskof öğretti yürüttü Çini
Onlar Komünisttir kaldırmış dini
Yazdı harbirimizi Melek’ten katip
Tahsin Yazıcı da bir büyük hatip
Çembere yetişti; Gavs ile Kutup
VARIYOR
Kahramanlar askerler etmeyin merak
Zannetmen Türkiye Kore’ye ırak
Yetmiş bin süvari altınca Burak
Cem oldu Evliya hepsi varıyor.
Kore’ye dayandı askerin ucu
Nice hükümdardan almıştır tacı
Yavuz Sultan Selim çekti kılıcını
Karıştı Kırklara hepsi varıyor
Kore’de askelerler harbe döşendi
Kör Moskof askere karşı direndi
Molla Hünkar ‘da kılıncı kuşandı
Yürüdü Konya’dan arslan varıyor
Kore’de askerler imdada baktı
Bütün evliyalar kandiller yaktı
Hacı Bektaşı Veli burdan kalktı
Ahi Evran, Aşık Paşa varıyor
Kabzayı kavradı askerin eli
Vurun Mehmetçikler aşalım beli
Ankaradan Hacı Bayram-ı Veli
Gelibolu’dan Ahmed, Memed varıyor
Kafkas fırkaları yürüdü başa
Döküldü asker dağ ile taşa
Elinde Kur’an Mareşal Paşa
Çekti orduları Çakmak varıyor
Kore cephesine dizilmiş Gazi
İnşallah dileriz hayırlı yazı
Malatya Sultanı Battal-ı Gazi
Abdül Vehap, Ahmet varıyor
Asker taarruza birlikte geçti
Yediler’le Kırklar fırkasın seçti
Muhammed Mustafa bir sancak açtı
Ebu Bekir, Ömer, Osman varıyor
Kore’de asker sıkıldı be gayet
Kılarız namazı okuruz ayeti
Çekti Zülfikar’ı Şah-ı Velayet
Halit, Mıkdat, Abdurrahman varıyor
Kerbela’da nice aslanlar yatar
Atılan gülleyi eliyle tutar
Hasan’la Hüseyin imdada yeter
Gavs-ı ,Azam, Kutub Üçler varıyor
Ol Hazreti Allah cümleye Nazır
Türkler’de pek çoktur çalışkan vezir
Deryalarda İlyasi karada Hızır
Gayb-ı icaz ,İlim-i Ledün varıyor
AŞIK AHMED derki söyleriz hemin
Hüda’nın elinde Kürre-i Zemin
Süzüldü semandan Cibril-i Emin
Gökyüzünde has Melekler varıyor
Ahmet Hüdai Hazretleri ömrünün son demlerinde bir müddet Konya Devlet Hastanesi’nde yatmış ve ‘’En büyük imtihanı bu hastalık döneminde geçirdim. Allah’ın izniyle bunda da başarılı oldum. Bu imtihan neticesine ulaşacağım en yüksek makama ulaştım.’’ Demiştir.
Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s) ile yakın bir irtibatı olan Ahmet Hüdai Hazrretleri bu ilişkisini hayatı boyunca devam ettirmiş. Vasiyetini yaparken :
- Mahmut Sami Efendi’ye haber edin, eğer geliriz derse cenazemi bekletin.
Demiştir. Vefat ettiği zaman vasiyeti aynen gerçekleştirlmiş ve cenazesi Sami Efendi gelinceye kadar bekletilmiştir.
İkinci vasiyeti:
-Osmanlı Karabulut Hocam beni yıkasın.
Üçüncü vasiyeti:
-Zekeriya emanetleri yerine teslim edesin
Dedemin ölümünden yaklaşık bir yıl sonra Zekeriya emmimi harmanda ağlarken gördüm. Şaşırdım. Emmimi çok severdim, gittim kucakladım ve niye ağladığını sordum. Dedi ki:
-Evladım Mehmed , dedenin emanetlerini bugün gelip götürdüler.
Emmi bu emanetler ne idi? Diye sordu.
-Bir bohça içerisinde beyaz bir gömlek, bir mühür, birde asa , dedi ve ağlamaya devam etti.
8 Haziran 1969 yılında tevhid ve şehadetle ruhunu teslim etmiştir. Hüdai hazretlerinin vefat haberi bir anda her tarafa duyulmuş binlerce sevdikleri ile beraber(Ladik’in bütün sokakları taksilerle dolmuştu, hatta aralarında motosiklet ve üç tekerlekli bisikletler vardı) cenaze namazı kılınarak omuzlar üstünde cennet bahçelerine bir bahçe olan istirahatgahına tevdi edilmiştir. Mübarek kabr-i şerifleri Ladik mezarlığında olup ziyaret edilmektedir.
HAYATINDAN KESİTLER
Dedem sabahleyin ya gecenin bir yarısı çok erken kalkar yada hiç uyumazdı. Çocukluğumuzda dedemin odasında dedemin yanına yatardım. Yatsı namazından geldikten sonra dedem;’’ Evladım sen yat der’’, gaz lambasının fitilini içine çeker ve odayı yarı karanlık loş bir ışık kaplardı. Duvardaki çağla yeşili küçük saatin sesi ile uykuya dalıp giderdim. Ancak ara sıra uyandığımda dedemi ya abdest alırken ya namaz kılarken yada kıbleye karşı diz çökmüş, elinde teşbih, ağlarken görürdüm dedemi ağlar görünce bende yatağımın içerisinde sessiz sessiz ağlar ve öylece uyur kalırmışım. Ta ki dedem beni namaza kaldırıncaya kadar. Namaza kalktığımda da dedemin yatağının hiç bozulmadığını görürdüm.
Sabahleyin nenemin odasına giderek;’’ Nene dedem bugün yine hiç uyumadı.’’ Diyordum. Nenem:’’ Evladım deden zaten fazla uyumaz. Eğer misafir gelmezse, biraz sonra yarım saat uyur, oda dedene yeter ‘’ diyordu.
Ol seher vaktinde ne yatın Ahmet
Tecelli eyledi Nur-i Muhammed
Yoldan alı koydu seni bu gaflet
Medet medet derde yanar bu gönül.
Hakk’ın aşıkları erken uyanır
Çırpınır yürekler, can mı dayanır
Çiçeklerin rengi gece boyanır
Gecelerde doğar Nur-i Muhammed
Ötme bülbül ötme, vazgeçme bizden
Aşık olmayanlar ne anlar sizden
Belki hayırlıdır gece, gündüzden
Gecelerden doğar Nur-i Muhammed
Bir selam yolladım yedi iklime
Ol Nur-i Muhammed düştü aklıma
Bende ulaşaydım seher vaktine
Geceler de doğar Nur-i Muhammed
Ol o zaman doğacak nurun nişanı
Kapudan reddetme bu perişanı
Kuran-ı Kerimde takva sahiplerinin dünyadaki halleri arasında gece ibadetlerinde şöyle söz edilir:
‘’Gecelerini, Rableri’ni secde ederek ve kıyam durarak geçirirler’’.
‘’Geceleri pek az uyuyorlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.’’
Efendimiz(sa) Hadisi şeriflerinde: Allah korkusuyla ağlayan göze birde Allah yolunda uykusuz kalan göze cehennem haram edildi buyurmuşlardır.
Gök kapıları gece yarısı açılır: ‘’Dua eden va rmı kabul olsun. Bir şey isteyen var mı verilsin. Var mı belaya uğrayan kurtulsun’’ denilir. Her Müslüman’ın duası kabul olunur. ‘’ Yalnız zina yapılmasına önayak olan kadın hariç’’
Dedem öğle vakti geldiği zaman ‘’Evladım ben bir abdest tazeleyeyim’’ der ve kollarını omuzlarına kadar sıvar, pantolonunu paçalarını diz kapaklarının altına kadar katlar ve abdest almak için sanki vücudunun temerküz etmesini beklerdi(böyle sığanır çemrenirdi.)
Havluyu boynuna alıp leğenini ve ibriği hazırlıyorum. Dedem euzü besmele çekerek abdestini almaya başlıyor. Gayet itinalı, gayet yavaş ve gayet yumuşak bir şekilde ellerini parmaklarını aralarını hilalleyerek üç defa yıkar, ağzına aldığı suyu mutlaka çalkalar, burnuna çektiği suyun sesi net bir şekilde duyulur ve sol eliyle burnunu yavaşça siler, sonra yüzünü yıkamaya başlar ve üç kere yüzü yıkar, her seferinde de şehadet getirirdi. Kollarını nerdeyse omzuna kadar üç kere yıkar ve her iki kolunu yıkarken de ‘’Amentüyü ‘’ okurdu:
Amentü billahi ve melaiketihi, ve kütübihi ve resulihi ve’l yevmi’l-ahiri ve bi’l-kaderi, hay’rihi ve şerrihi mina’llahi teala ve’l-ba’sü ba’de’l mevt. Haggun, Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resülühü.
Başını tamamını mest eder, serçe parmakları kulaklarının içine mest ederken, baş parmaklarıyla da kulaklarını arka kısımlarını yarım daire şeklinde çevirirdi baş ve serçe parmağının dışındaki parmaklarıyla da boynunu mest ederdi. Şehadet parmaklarıyla da kulak kıvrıklarını dolandırır ve kulak memelerini asılırdı. Ayaklarını da inciklerinden on, on beş cm. yukarısından yıkardı. Önce sol eli le sağ ayağını küçük parmağı arasında hilallemeye başlar ayak baş parmağı arasından çıkardı. Sonra yine sol eli ile sol ayağını yıkamaya başladığında ise sol ayağının baş parmağı arasında hillallemeye başlar, küçük parmağı arasında son bulurdu . ayaklarını yıkarken sağ elini hiç kullanmazdı. Sağ eli yoktu sanki. Her iki ayağını yıkarken ve elini yüzünü silerken Kadr suresini okurdu. Yani abdestin sonunda Kadr suresini üö kere okumş olurdu.
İnna enzelnahü fi leyletil gadr. Ve ma edrake ma leyletul gadr. Leyletul gadri hayrun min elfi şehr. Tenezzelul melaiketu ve ruhu fiha biizi rabbihim, min külli emr. Selam, hiye hatta matleıh fecr.
Meali:
‘’Biz o (Kur’an) nu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail veya Ruh adındaki melek) o gece Rablerinin izniyle , her iş için inerler . O gece , tanyeri ağarıncaya kadar süren bir selamattir’’.
Dedem abdestini yavaş yavaş alırdı. Ben de işi biraz çabuklaştırmak için (çocukluk işte) ibrekle suyu hızlı hızlı dökmeye çalışırdım. Dedem hemen işaret parmağının ucuyla ibriği yukarı kaldırır ve benim bu hareketimi önlerdi. Abdest aldıktan sonra da şöyle bana doğru döner :
-Yavaş yavaş evladım, yavaş yavaş. Sakin sakin, acele etme diye beni ikaz ederdi.
Dedem beş vakit namazı camide kılar, camiye on on beş dakika erken giderdi. Dedemle camiye geldiğimizde camiden bizden başka kimse olmazdı. Dedem mihrabın sağındaki direğin dibine oturur ( eski Pancarcı Camii) , bende hemen yanına oturup, ezanı beklerdik. Dedem elinde tesbih, ezan okunup bitinceye kadar hiç kıpırdamazdı. Ben namaz kılmasını dedemden öğrendim. Dedem ve ninem için namaz denildiği zaman akan sular dururdu. Dedemin ve ninemin hayatı namazdı. Namaz, namaz, namaz!
Dünyada pişirdim bir gaflet aşım
Bileydim secdeden kalkmazdı başım
Sorguya başladı musalla taşım
Ben rabbimi bilmez miyim ya melek
DEDEM :’’ Namaz kılmayana yapılan dua nafiledir (boşadır )’’ derdi. Yatsı namazından eve dönerken, bazı hoca efendiler de dedemin odasına gelirler ve orada çay kahve içilir, sohbet edilirdi. Yine bir yatsı namazından sonra , dedemin odasına gelirken hoca efendilerden bir tanesi bana :
-Evladım sen nasıl namaz kılıyorsun? Mesela Fatiha’ dan sonra ne okuyorsun’’ ? diye sordu. Bende :
- Fatihadan sonra Nas suresinden başlayıp yukarı doğru çıkıp gidiyorum dedim ve öyle yapıyordum. Hoca efendi:
‘’ Hayır öyle olmaz ! ‘’ diyecekti ki ,Dedem hemen araya girdi:
-Aferin evladım, aferin . Şimdi sen Nas suresinden başlayıp, Elemtera’ya kadar okuyordun ya dedi ve bende:
-Evet dede dedim. Dedem:
-Bundan sonra Fatiha’dan sonra Elemte’dan başlayıp aşağıya doğru in gel dedi. Bende :
-Dede bu kolay dedim. Dedem,
-Bende sana kolay olanı söylüyorum, Afern dedi.
Dedem hiç kimsenin kırılmasını yada incinmesini istemezdi.
Camiye giderken dedem sürekli önüne bakar, yoldan gelip geçenlere mutlaka selam verir, ancak sürekli önüne bakardı . bu durumu neneme anlattım (nenem müstesna bir insandı. Valide anlatıyor: Bize geceli gündüzlü kırk yıl misafir gelmiş yalnız nenem, misafire hizmette alnını bile kırıştırmamış.) Neneme soruyorum:
‘’Nene , dedem camiye gidip gelirken neden sürekli hep önüne bakıyor? Bir öğren ne olur.’’ Diye neneme birkaç kere yalvardım.
Nenem bastonunu alıp dedemin odasına, benim soruma cevap almaya gitti. Nenem dedeme soruyor:
Yahu , çocuk diyor ki: ‘’Dedem camiye giderken neden sürekli önüne bakıyor?’’ ,
Dedem:
-YAHU BE HATUN, SİZ BENŞ-İM GÖRDÜKLERİMİ GÖRSENİ AYAK BASACAK YER BULAMAZSINIZ.
ALLAHUEKBER!
Dedem az yer, az uyur, az konuşurdu. Çok yemek yemenin insana gaflet vereceğini söylerdi. Sükutu ihtiyar eder, ihtiyaç halinde konuşurlardı. Dedem konuşmalarına, ‘’ Allahulalem’’ diye başlar, yavaş yavaş tane tane konuşur ,’’ Allah hakkımızda hayırlısını versin’’ diye devam eder, ‘’Vesselam…’’ diye bitirir şöyle dua ederdi:
Ey Allah’ım sev beni, sevdir beni dünyada, ahirette, ağlatma güldür beni.
Lailahe illallah, Hakk’a selam, Muhammedürrasulullah, hayırlı mekan.
Ağzında bir tane dişi olmasına rağmen 32 dişi varmış gibi konuşurdu.
Dedemin yaşantıı diğer bütün Allah dostlarında olduğu gibi Kur’an ve sünnetten ibaretti. O her zaman yanına gelen misafirlere yaşantıların Kur’an ve sünnet çerçevesinde olmasını ısrarla onlardan ister ve şöyle derdi:
Çoğu kimse kendisine yazık ediyor. Herkesin yaşantısını Kur’an ve sünnete uygun olması gerekir.
Mustafa Ateş Hocam ‘’ Ladikli Ahmet Hüdai Hazretlerinin en büyük kerameti ; Sünneti Resulullahı sahabe döneminde olduğu gibi yaşamasıydı’’der.
Hüdai Hazretleri ilk başta doğru olmayı,dürüst olmayı şart koşardı. Öyle ki , namaz kıldığı halde dürüst olmayan kişinin münafıklık alametini üzerinde bulundurduğunu söylerdi.
Israrla derdi ki :’’Allah’a iman et, dürüst ol.’’
‘’ istikamet üzere olmak lazım. İstikamet üzere yaşamak gerek’’ derdi.
Havay-ı nefsine uyma
Günde ömrün devran eder
Gafil iken erişir mevt
Yıkar yumar viran eder
Niçin ikaz alman gönül
Bu gidenler nere gider
Götürürler ol kabire
Ol kabirde mekan eder
‘’Bu Allah’ın kudret bahçesini güzel kullanacaksın. Besmele ile dümene yapışacak ve haramdan gözlerini koruyacaksın.’’derdi. Her işinden sonra şükreder ve cok istiğfarda bulunurlardı. Böyle yapılmasını da tavsiye ederlerdi.
Su içmeye besmele ile başlayıp, aralıklarla 3 defa içerdi. Nefes alırken bardağı ağzından uzaklaştırır, su nimetin en büyük nimetlerden biri olduğunu söylerdi. Zemzemi de oturarak veya ayakta içer, bu nimetlerden dolayı Allah’a şükrederdi.
Yemek yemeden önce ve sonra ellerini yıkardı. Genellikle yemeğe tuzla başlardı. Evinden hiç eksik olmayan misafirlerle beraber yemek yemeye özen gösterirdir. Misafir ağırlamayı çok severdi. Haberli habersiz, yurt içinden ve yurt dışından devamlı misafirleri olurdu. Bu ziyaretçiler içerisinde Bediüzzaman Said Nürsi, Mahmud Sami Ramazanoğlu, Hacıveyiszade Hazretleri , Tahir Büyükkörükçü Hocam ve Mustafa Ateş hocam gibi yüzlerce büyük alimin, Ekrem Babacan gibi komutanların yanı sıra, meczublar da bulunurdu. Meczublar için:’’ Evladım, bu meczublar üzerinde fazla durmayın ama onların gönlünüde kırmayın’’ derdi. Misafirlerin istek ve arzuları istikametinde davranır, mutlaka onlarda ikramda bulunur, ikram etmeden kimseyi bırakmazdı. Hemen gitmek isteyenlerin de hediyelerini takdim ederek gönderirdi. Müşkili olan misafirin müşkilini giderir sorusu olanların sorularını cevaplar, onlara nasihatlerde bulunurdu. Ziyaret edip de istifade etmeyen misafir yok denecek kadar az gibiydi.
Bediüzzaman Hazretleri hapishanedeyken dahi dedemi ziyarete gelirmiş.
Hacıveiszade için dedem söyle diyordu:’’ O erişilmesi güç dağın tepesidir. O’ndan istifade etmeye bakın. Öyle alimler bir gelir, gittikleri zaman yeri doldurulamaz:
Bir tanedir Konya’mızda
Hacıveiszade Sultan
Benzeri az dünyamızda
Zordur esrarına ermek
Mana bağında gül dermek
Onun işi boya vermek (büyümek)
Felek herkesi oldurmaz
Yerini kimse doldurmaz
Hak güllerini soldurmaz
Esrar fısıldayan utbu
Kitabı yok yazma matbu
Bu asrı n büyük kutbu
Dediğine bakman ilin,
Kadrin kıymetin bilin
Teşvişlerinizi silin
Tahir hocam için:’’ biz Tahir Hocamızı nazlı büyüttük.’’ Demiştir
Kıtlık zamanlarında bile misafir odamız hiç kapanmamış. Öyle zamanlar olmuş ki, dedem Ladik’teki bütün fakire, fukaraya yemek vermiş.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in vücudu bozulmasına kendisine bağlı olduğunu söylediği kalb hakkında Ahmet Hüdai Hazretleri çok hassastı. Misafirlere nasihatinde uyanık bir kalbe dikkat çekere: ‘’ Uyanık kalp ile Allah’ın rızasını kazanmaya çalışın. Ölü bir kalp ile gezmeyin evladım. İman ağacını meyvelendirin’’ derdi. Kalbin kirlenmemesi, kirletilmemesi hakkında tavsiyelerde bulunurdu. Bu hususta o :’’Göz kalbi açılan bir dürbündür, harama bakmayacaksın’’ derdi. Yine ‘’ Mushaf-ı Şerif’i okuyacaksınız, Mushaf-ı Şerif kapalı kalmayacak. Mushaf-ı Şerif kapalı kaldı mı kalp hasta olur’’ diyerek hasta kalbi kurtulması için tavsiyelerde bulunurdu.
Ladikli Ahmet Hüdai bir çok zorluklara katlanarak 1959 ve 1966 yılında haccetmiş, etrafındakiler bir çok harikulade olayı ondan müşahade etmişlerdir. Kabe-i Muazzama’yı gördüğü esnada:
Semada Mikat’a vardık,
Niyet ettik ihram giydik,
Allahümme lebbeyk dedik,
Dedim ağlaya ağlaya!
Beytullahı gördü gözüm,
Hakka şükür daim sözüm,
Hacer’ül esved’e yüzüm,
Sürdüm ağlaya ağlaya!
Allah diyen abitlerin,
Hamza gibi yiğitlerin,
Uhud dağın şehitlerin,
Görsem ağlayı ağlayı !
Tavaf ettim döne döne,
Zikreyledim yana yana,
Abu zemzem kana kana,
İçtim ağlayı ağlayı!
Mahşer günü ün eylese ,
Cümlemizi cem eylese,
Bu çobana el eylese,
Varsam ağlayı ağlayı!
Veda tavafı çok hazin,
Beytullaha döner yüzüm,
Geri geri iki dizim,
Gittim ağlayı ağlayı!
Ravza-ı Mutahhara’da:
Kimler yapmış bu Ravzanın yapusun
Meleikeler açtı tavaf kabusun
Hacer’ül-esvedin güzel kokusun
Açın bu ravzayı Habibi de var!
Cümle dertlileri tabibi de var
Benim dertlerimin tabibi de var
Ravzaya bakmayı insan mı kanar,
Işkından içenler böyle mi yanar!
Ebu Bekir Ömer hem Osman da var.
Açın bu Ravzayı habibi de var
Bu Ravzada vardır yeşil direkler
Saçaklara dolmuş bütün melekler,
Burda kabul dua dilekler,
Ravzaya bakmayı insan mı kanar.
Ahmed Hüdai Hazretleri çok sabırlı bir insandı. Hiçbir sıkıntıdan dolayı şikayet ettiği görülmemiştir. Ömrünün son demlerinde bir müddet Konya Devlet Hastanesi’nde yatmış ve üç ay sonra vefat etmiştir: ‘’ En büyük imtihanı bu hastalık döneminde geçirdim. Allah’ın izniyle bunda da başarılı oldum. Bu imtihan neticesinde ulaşacağım en yüksek makama ulaştım.’’
Kendisinden, bir sıkıntıdan dolayı yardım istendiği zaman: ‘’ Evladım bunlar Cenab-ı Hakk’ın takdiri. Allah ne zaman isterse o sıkıntıyı kaldırır. Kula düşen sabretmektir, dua etmektir’’ şeklinde cevap verirdi. Ayrıca o hastalara doktorlara gitmelerini ve her türlü çareye başvurmalarını gerektiğini tavsiye ederek , sabır ve dua etmelerini isterdi.
Ahmed Hüdai Hazretleri Hz. Peygamberimiz(sav)’in ‘’En hayırlı yiyecek kişinin kendi el emeği ile kazandığıdır.’’ Hadis-i şerifi muvacehesince bizzat kendisi çobanlık ve çiftçilik yaparak rızkını temin etme yoluna girmiştir.
Dünya ve ahiret için çok çalışmayı herkese tavsiye etmiş ve bu çalışmaların karşılığını Allah tarafından iki cihanda da mutlak verileceğini söylemiştir.
O: ‘’Kışın yuvasından aç çıkıp tok dönen kuşun rıskını veren Allah, kulunu rızıksız bırakır mı? Sen üstüne düşeni yap Allah’a bırak derdi.
Ahmet Hüdai Hazretleri rızkın helal yolla kazanılması hususunda ısrarla durur ve şöyle derdi: ‘’Kişinin bu dünyası bir ekmek parçası, öbür dünyası için bez parçası gerekir. Bunların helal olması mutlaktır. Eğer helal olmazsa sen bunların azabını çekersin. Yarın malın evlatlarına kalacak ki hayırsız evlat kişinin en büyük düşmanıdır’’.
Geçmeyin mülkümden , mülk benim derdi,
Türlü mallarını ele verdim
(Sonunda) iki arşın astar içine girdin,
Vaz geç gönül vaz geç çareni ara.
Çalış hak yolunsa bir işe yara.
Hüdai hazretleri hayatının her anında Peygamber Efendimiz (sav)’in sünnetine uymayı kendisine şiar edinmiş biri olarak, Onun her tavır, hal ve hareketinden, konuşmasında Sünneti Seniyye’ye uyduğunu görmek mümkündür. Hz. Peygamber (sav) ‘in ismini duyduğu zaman ürperir, ona salat-ü selam getirirdi. Herkesten Peygamber Efendimiz (sav)’e yakışır bir şekilde ümmet olmayı isterdi. Güzel ahlak sahibi, cömert , kötü söz söylemez , misafire gösterdiği hürmette, ibadetleriyle , kısaca tüm yaşantısıyla Hz. Peygamber (sav)’in sünnetini benliğinde toplamış birisi idi.
Gece gündüz durmaz feryat ederim,
Ümmetim demezsen nere giderim,
Ol ulu Mevla’dan hicab ederim
Gecelerde doğdu Nur-i Muhammed
Sünnete uygun olarak , ayakkabı ve çorap giymeye sağ ayağından başlar , sol ayağından çıkartırdı.
Hz. Peygamber (sav)’in bütün sünnetlerine ittiba eden Ahmed Hüdai Hazretleri Peygamber aşığı idi.
İlme ve ilmiye sınıfına özel itina gösterirdi. Ahmet Hüdai Hazretlerinin en çok sevdiği meslek grupların vaizlik ve öğretmenlikti. Ayrıca O, özellikle zaruret-i diniyeyi öğrenme ve dini terbiyi edinmede çok hassastı. Torunları olarak bizleri bizzat kendisi, Konya İmam Hatip Okulu’na kaydettirmiştir.
Herkesi çok sever, ancak alimleri ilmiden dolayı daha çok severdi. Sohbetlerinde alimlerden bahsederdi. Onun yaşadığı dönemde Konya’da bulunan alimlerle yakın bir temas halinde idi. Dedem , çatık kaşlı , ciddi ve vakur bir insandı. Ben ne dedemi ne nenemi ne emmimi ne de babamı sesli gülerken gördüm. Sadece tebessüm ederlerdi. Hüdai Hazretlerinin kendi ifadesi ile:
Bu dargınlık neden oldu bilemedim,
Tebessümden başka ben hiç gülmedim
Çıkıp yollarını bekler bu Ahmed.
Bütün hayatı boyunca edepli yaşamayı kendisine şiar edinmişti. Utangaçtı. Anaya babaya hürmeti ve yalandan sakınmayı ısrarla tavsiye ederdi kimseye ismi ile hitab etmezdi. ‘’Evladım Mehmet ‘’ veya’’ Mehmet Efendi’’ der, hocalara ise’’ Hocam ‘’ diye hitab ederdi. Sadece Mustafa Ateş Hocama ‘’ Hafız’’ veya ‘’ Ateş Hocam’’ derdi.
Dedem çatık kaşlıydı, Heybetliydi ancak , merhamet abidesi, sabır küpüydü. Sadece insanlara değil bütün canlılara merhamet gösterirdi. Hüdai Hazretlerinin kendi dilinden: ‘’Seferberlik zamanında Gazze de savaşıyorduk. Düşman bizi muhasara altına aldı bir hafta boyunca ne su, ne yiyecek bulabildik. Daha sonra yardım ulaştı, kazanlar kaynamaya başladı. Yemek dağıttılar bize. Yarım ekmeğin içine tahin koymuşlardı. Ben ekmeği ısırdım, bir lokma ağzıma aldım. O sırada karşımda bir deri bir kemik kalmış bir köpek gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Bira ekmek bölüp ona attım. Yanımdakiler, ‘’Ahmet delilik etme, ye yemeğini’’ diyorlardı. Ancak benim gönlüm bu hale el vermedi. Bir lokma kendim yedim bir lokma köpeğe verdim. Gece uykuya dalınca Peygamber Efendimiz (sav) teşrif ettiler, sırtımı sıvazlayıp, ‘’ Ahmet! Evladım, Ben seni sevdim.’’ Buyurdular. Daha sonra uyandığımda Peygamber Efendimiz(sav)’e karşı büyük bir aşk başladı içimde. O günden beri bu haldeyim’’
Valide Anlatıyor: vefatından yarım saat önce babam bana dedi ki:
Bak kızım ben yolcuyum. Ben gittikten sonra Çalıbağ (Dedemin bağının ve Ağılının olduğu mevkii) diye bir şey kalmaz, dağılır gider, bütün mirasçılar malını alır çekilir. Yalnız orada köpekler kalır, Köpekler de evi bilmezler. Eğer onlara ekmek, su götürmezseniz perişan olurlar. Ama köpekleri aç, susuz bırakmayın, onları perişan etmeyin! Sonra onların hesabını veremeyiz’’ , Deyip iki üç defa ısrarla tekrar etti. Ben de:
‘’Tamam baba hallederiz dedim’’
Dedemin vefatından sonra, gerçekten Çalıbağ diye bişey kalmadı. Valide benimle köpeklere iki üç gün yemek gönderdi. İki üç gün sonra o Havalenin çobanları gelip köpekleri birer ikişer sürülerine götürdüler. Dedem işte böyle merhamet ve vicdan sahibiydi. Acıma hissi çok yüksekti.
Evdeki köpeğimiz, dedemin vefatından sonra bir hafta boyunca, her sabah erkenden, ara sokaklardan dedemin mezarına gidiyor ve mezarda bir iki dakika bekleyip aynı hızla eve dönüyordu. Daha sonra ara ara mezara gittiği biliniyor, zaten çok geçmeden o da öldü.
Dedemin odasında, koyunların seçim zamanı emmimin , çoban ve birde ben varım. Emimin çobanın hesabını görürken çobana döndü:
Biliyorsun sayımı beraber yaptık, 11 tane davar eksik. 2 tanesinin kulaklarını, birinin de partını(deriden bir parça) getirdi. Diğer sekiz tanesinin hesabından(alacağından) keseceğiz.
Çoban çok üzgün bir şekilde:
-Tamama Zekeriya Abi hata benim, dedi.
Dedem araya girdi:
-Zekeriya, çobanın parasını tam olarak öde, dedi. Emmim :
-Yahu baba böyle yaparsak yarın bu sürünün yarısını kaybederiz, der demez, Dedem sadece:
-Zekeriyaa! Dedi.
Emmimde hemen çobanın parasını tam olarak ödedi. Çobanda hemen kalkıp dedemin elini öptü ve ‘’ Allah razı olsun’’ diye dua etti. Merhamet dediği bu işte; hayvan, insan fark etmez.
Dedem , söz ve davranışlarıyla niyet inancında iyilikten yana ne varsa, güzellikten yana ne varsa, doğruluk, dürüstlük ve faziletten yana ne varsa hayatı boyunda, hep beraber olmuş ve bütün yaratıklara şefkat ve merhametle yaklaşmış, Hak dostu, Peygamber aşığı bir Velidir.
Dosltluk pahalı bir mülktür. Ucuz insanlarda bulunmaz. (Hz. Ömer)
Muhammed nurunu görsem olmaz,
Evsafın yazdırsam defterler almaz,
Ümmetlikten yüksek bir şeref olmaz,
Geceler de doğar Nur-i Muhammed!
Beni bu diyardan alıp atsınlar,
Köle diye pazarlarda satsınlar
Beni ravzasına bekçi yapsınlar,
Dedemin kendisine has özel bir kokusu vardı. Dedem nereye gitse, hangi sokaktan geçse, o misk-i amber kokusu oralara yayılırdı. Oda da otururken de, o güzel koku odayı kaplardı.
O zamanlar bizim evde, bir hafta on günde yukarı pınara çıkılır, çamaşırlar ; kille, kazanda kaynatılarak yıkanırdı. Dedemin çamaşırları ne zaman kazana atılırsa, o havaleyi müthiş bir misk-i amber kokusu sarardı( dedemin kendine has özel kokusu). Biz çocukluğumuzda , çok uzaklardan dedemin çamaşırlarının kazana atıldığını, yayılan misk-i amber kokusundan anlardık.
Dedem temizliğe özen gösteren, pırıl pırıl, tertemiz bir insandı. Güzel ve temiz giyinirdi, yelekli takım elbise giyerdi. Düzenli ve tertipli idi. Gömlek yakasını bir düğmesini çözülmüş olan gören yoktur.
Eski Ladik kar, kış kıyamet, çamur deryası ama dedemin ayakkabısında bir çamur lekesi dahil olmazdı! Elbisesi, ayakkabısı, başında sarığı, tertemiz, pırıl pırıldı. Sarığını beyaz tülbentle kendisi sarardı. Kalbi temizdi, düşünceleri temizdi, yaşantısı tertemizdi…
Temizlik, iman ehline lazım olan işlerin yarısıdır. ‘’Elhamdülillah’’ demek terazinin hayır kesesini doldurur.’’Sübhanallahi velhamdülillahi’’ demek yer ve gökleri doldurur veya göklerle yerin arasın doldurur.
Namaz, nurdur. Sadaka sahibini lehine bir bürhandır. Sabır, Hakk’ı görmeye yarayan bir ışıktır. Kur’an lehine veya aleyhine bir hüccettir. İnsan, nefsinin satıcısı olarak sabahlar yada onu azad eder veya helak eder.
Ezan ve Kur’an-ı Kerim okunurken huşu içinde dinler taş kesilirdi. Kur’an-ı Kerim okunurken ağlardı.
Yoldaki engelleri, çer-çöp, taş-çakıl ne varsa bastonuyla kıyıya çekerdi. Yine bir gün, bastonuyla bir kibrit kutusunu iterken, kibrit kutusu üzerine elle çizilmiş bir bayan portresini gayri ihtiyari görüyor. O resmi görmesinden sonra üç gün Hızır(as) ile görüşemiyor.
Mustafa Ateş Hocam anlatıyor:
‘’Ahmet Hüdai Hazretleri en buhranlı günlerinden bir akşam namazı öncesi (1935-1940’lı yıllar), içinde bulunduğu hali, Pazarcı Mahallesi Camii İmam Hatibi mücaz hocalarından Hafız Ali Efendi’ye anlattığı söylenir. Hoca efendini de kendisinin ciddi bir alaka ve gıpta ile dinlediği hatta Hoca’nın şöyle söylediği rivayet edilir:
‘’Bende de böyle bir halin olmasını isterdim. Fakat Allah (c.c) bunu sana sunmuş, ne mutlu sana! ‘’ Demiş.
Dedem cesurdu, cömertti, kimsenin kalbini kırmazdı, muhlisti, adildi, hayali idi, mertti, eli açıktı, sadaka vermeyi çok severdi.
Dergahına ben varacam beni yaradan Hüdam
Semavatlardan duyulur vakti seherde sadam
Yetmiş beş yaşıma girdim gahlesiz nasıl yatam
Ol bana ibret değil mi nerdedir anam atam!
Fazlaca mal vermedik ki kul’a tasadduk yapam
Kara yerlere girince çırasız nasıl yatam!